in

HavalıHavalı Sevgi DoluSevgi Dolu ÇalışkanÇalışkan

Küçük Dostlarımız Büyük İşler Peşinde

Mikrobiyotamızı Oluşturan Küçük Dostlarımızın Büyük Etkileri Nelerdir ?

İçindekiler

Giriş

“Eğer görme duyumuz mikroskoplar gibi tek bir hücreyi görecek keskinlikte olsaydı, insan vücudunun yaşayan tek bir organizma olmadığını, aslında çok sayıda organizmadan oluşan bir ekosistem olduğu gerçeğini görürdük.” –Bahri KARAÇAY.

Bilim İnsanı, Yazar Bahri KARAÇAY ne de güzel söylemiş. Size buradaki gerçeği yani “insan vücudundaki çok sayıda organizmanın oluşturduğu ekosistem gerçeğini” tek bir cümle ile izah etmek istiyorum; Ortalama olarak bir insan vücudunun  %90’ı mikroorganizma hücrelerinden oluşmaktadır. Muazzam bir potansiyel veri değil mi? Daha ilginci ise bizim hücrelerimizin sadece %10’luk kısmını bünyemizde barındırıyor olmamız!

Ağzınızda, ellerinizde, derinizde, ürogenital bölgelerimizde ve bağırsağınızda aslında birçok doku ve organımızda mevcut bu küçücük dostlarımız. Özellikle dostlarımız dememin birçok sebebi var! Bağışıklığımızı desteklediklerini, sindirimimizi düzenlediklerini çok temel olarak aslında duyuyor ve biliyoruz. Peki bu dostlarımız neden varlar? Ne iş yapar ? yazımızda genel olarak bahsedeceğiz.

Dostlarımızın aynı zamanda psikolojik durumumuz da bile etkili olduklarından haberiniz var mıydı peki?

Aslında bakarsanız bu soruların cevabı çok yakın zamana kadar bilinmiyordu da. Mesela bildiğimiz şey olağanüstü sayılarının olmasıydı ki bu oldukça tuhaftı. Buna rağmen bu dostlarımız hakkında bildiklerimiz son derece az. Sayılarının oldukça fazla olmalarına karşın aslında gözle göremediğimiz dostlarımız çok daha küçükler. Bu mikroorganizmalar da dolayısıyla vücudumuzun ağırlık olarak sadece %1 ila %2’sini oluşturuyorlar. Bunu ek olarak çok çeşitli olmaları, insan mikrobiyomunun içerdiği genlerin sayısının, bizim gen haritamızı oluşturan genlerden ortalama 100 kat daha fazla olduğu tahminini öne çıkartıyor. Bu da biyolojik açıdan küçük dostlarımız olan mikrobiyomunun potansiyel önemini gözler önüne bir kez daha seriyor.

Mikrobiyota için aslında özetle vücudumuzun iç ekosistemi desek pek de yanlış bir tabir kullanmamış oluruz. En çok gündemde olmasıyla bildiğimiz bağırsaklarımız, bakterilerin en yoğun olarak bulunduğu ortamdır. Buradaki mikrobiyota biz daha anneciğimizin rahmindeyken gelişmeye başlar. Korkulan yanlış bir bilgiyi de düzeltmek isterim; Gebelik sırasında anneden bebeğe bakteriler geçer. Bu korkulacak bir durum değildir. Aksine bebeğin bağışıklığı açısından muhteşem derecede kıymetlidir. Doğum sırasında (ki bu normal doğum olursa elbette ki) ve emzirmeyle yenidoğan yavruya annesinden bakteri akışı devam eder. Unutmayınız ki sezaryenle doğan bebekler ile anne sütüyle beslenmeyen bebekler mikrobiyom ile ilgili birtakım sıkıntılar yaşarlar. Demem o ki anneden yavruya geçen bakterilerden korkmamak gerekli ve normal doğum en güzeli. Bahsettiğim elbette ki bizim için yararlı olanlar. Bu dostlarımız biz daha dünyaya geldiğimiz andan itibaren iş başındalar. O kadar kıymetliler ki aslında ama zamanla yeme içme alışkanlıklarımızla, stresle özetle çevresel faktörlerle birlikte vücudumuzda ki yararlı dostlarımızın bizden ayrılmalarına sebep oluyor. Bu durumda da zararlı bakterilerin vücudumuza girmelerine izin veriyoruz. Evet aslında bunu çoğu kez biz yapıyoruz. Bu aslında vücudumuzda ki o güzelim dengenin bozulmasıyla gerçekleşiyor. Dostlarımız bizden uzaklaştığında ise vücudumuz savunmasız kalıyor ve üzgünüm hasta oluyoruz!

Yapılan Çalışmalar

Son yıllarda yapılan çalışmalara göre, size mikrobiyota ile ilgili sorunların neden olabileceği hastalıkların bir kaçından bahsetmek isterim: kronikleşmiş veya alerjik astım, otizm, çağımızın en meşhur hastalıklarından kanser, şeker hastalığı yani Diyabet, egzama, akne, ürtiker gibi birçok deri rahatsızlıkları, kalp ve damar rahatsızlıkları, Obezite ve kontrolsüz kilo artışı… Bunlar aslında en ciddi olan rahatsızlıklar. Bunun yanında kronik yorgunluk, kabız, ishal gibi birçok gündelik yaşam kalitemizi düşüren rahatsızlıklar da söz konusu.

Bu bilgiler burada duradursun ben size asıl benim muhteşem derece ilgimi çeken kısmı anlatmak isterim. Bağırsağımız için 2. beyin dendiğini biliyor muydunuz? Neden böyle bir şey denmiş olabilir sizce? Aslında cevabını eminim stresli bir gün yaşadığınızda çok iyi veriyorsunuz. Karın ağrısı, ishal, kabızlık? Tanıdık geldi değil mi? Bağırsaklarımız muhteşem derece önemli bir organımız. Vallahi sizi hem rezil hem de vezir edebilirler, öyle değil mi? Psikolojimizden oldukça fazla etkilenen bir organ aslında bağırsaklarımız ve burada küçük dostlarımız var. Küçük dostlarımız da yine aynı şekilde bu stres durumundan etkileniyor. Bize sinyaller vererek uyarıyor da aslında. Birçok psikolojik rahatsızlığın temelinde bile bu küçük arkadaşlarımızın parmağı olduğu düşünülüyor. Klinik çalışmalar hâlen devam etmekle birlikte güçlü kanıtların olduğu durumlar da elbette ki var.

Dostlarımızdan Campylobacter jejuni'nin Gram boyası
Şekil 1: Campylobacter jejuni

Günümüzde hele de şu son günlerde Korona Virüsü salgını yüzünden daha da gündemde olan anksiyete ve depresyonun bile temelinde bu dostlarımızın var olduğu düşünülmekte. Mikrobiyota ve anksiyete ve depresyon ilişki daha çok hayvan deneyleri ile incelenmiştir. Örnek verecek olursak; Campylobacter jejuni’nin  (Şekil 1) subklinik dozlarda oral yoldan verildiği ve deney hayvanı olarak kullanılan farelerde immun cevap olmaksızın anksiyete benzeri davranışların gözlemlendiği görülmüştür (Lyte ve ark.1998). Glukozla beslenmiş (GF) farelerde deneysel olarak yükseltilmiş hipotalamopituiter adrenal (HPA) depresyon, sadece tek bir bakterinin bile, (bifidobacterium infantis) verilmesiyle depresyon belirtileri geriye döndürülebilmektedir (Desbonnet ve ark. 2010). Bifidobacterium infantis denilen dostumuz ise yenidoğan bağırsağında ve probiyotik ilaçlarda yaygın olarak bulunmaktadır. Antidepresan etki göstermesi nedeniyle bu bakteri “psikobiyotik” olarak tanımlanmıştır (Dinan ve ark. 2013).

Mesela şizofreni hastalığını ele alalım. Probiyotiklerin etkinliği düşünülse bile küçük dostlarımızın etkinliğine dair detaylı bir araştırma henüz bulunmamakta. Çalışmalarda daha çok şizofreniye eşlik eden metabolik sendrom üzerine durulmuştur. Bunun yanında antibiyotiğin şizofreni hastalarında olumlu etkisinin gözlemlenmesi çok ilginç bir bulgudur (Nemani 2015).

Şizofreni ve mikrobiyota ilişkisi açısından yapılan bir araştırmada ise;  Serolojik immun markerların şizofrenler, bipolar hastalar ve kontrol grubu arasında karşılaştırıldığı çalışmada sistemik dolaşıma katılan mikrobiyal ürünlerin şizofrenlerde immun dengesizlikler yaptığı saptanmıştır (Severance ve ark. 2013).

Psikolojik ve sağlık durumumuzu etkilerine ek olarak bir de yaşlanmaya etkilerinin olduğu da düşünülmekte. Bağırsak mikrobiyotanın çeşitliliğinin azalması ya da kaybı durumunda, yaşlanma sürecini etkilediğine dair kanıtlar da vardır.

Kronolojik yaşlanma ile doğrudan ilişkili olmasa da, bazı değişiklikler gözlemlenmiştir.

Uzun süreli bakımda süre ile ilişkili mikrobiyota değişiklikleri, biyolojik yaşlanma ile ilişkili değişiklikler  ve insanlar uzun süreli bakıma girdiğinde ortaya çıkan sağlıktaki bilinen bozulma için bir proxy olarak değerlendirilebilir (MJ Claesson ve ark. 2012).

Yaşlanmadan en çok etkilenen organizmalar grubu, Prevotella ve ilişkili cinsleri içeren çeşitlilikle ilişkili taksonlardır (IB Jeffery ve ark 2015).

Toparlamak gerekirse; yapılan çalışmalarda yaşlanma esnasında gelişen mikrobiyota değişiklikleri bazı bireylerde bazı hastalıklara daha yatkın olabileceği gerçeğini ortaya çıkarıyor.

Mikrobiyota Etkileri

Her yerde oldukları gibi bu küçük dostlarımızın kanserle de ilişkileri var. Gündelik yaşantımızda aslında birçok mikroorganizmaya maruz kalıyoruz. Vücudumuzun yüzeyleri, deri, özellikle çevresel hareketlere ve yaralanmalara da maruz kalabiliyor. Aslında derimiz bizim için muhteşem bir koruma kalkanı. Ama çoğu zaman bu koruma kalkanlarımızda sorunlar meydana gelebiliyor. Bu bariyer görevi gören kalkanlarımızda ihlaller oluşabiliyor. Bazı durumlarda bu ihlalleri hızla onarıp kendimizi koruyabiliyoruz. Hatta dokunun sağlık dengesi eski haline dönebiliyor. Ancak bazen de bozulan mikrobiyal esneklik canlıda kalıcı bir bariyer ihlaline sebep oluyor. Ne yazık ki hatta bazen sağlıklı dengenin yeniden onarılmasına izin vermiyor. Böyle bir durumda da mikrobiyota değişikliği, canlının immün sisteminin işlevini bozabiliyor. Dolayısıyla buradaki bir hücrenin var olan metabolizmasını etkileyerek karsinogenezi tetikleyebiliyor. Burada bahsettiğim aslında yararlı dostlarımızın bizi terk etmesi durumunda karşımıza çıkan bir durum. (Tek başına yeterli bir sebep elbette ki değil ama çok büyük etkilerinin olduğu da aşikar.) Bir de bizi terk ettiklerinde burada istemediğimiz bakterilerin çoğalması ve azalan bağışıklık sistemimizden dolayı bu canlıların toksinleri direkt bizim DNA’mıza zarar verebiliyor. Çünkü biraz önce bahsettiğim bariyer aşıldığında hücrenin ölmesine sebep olacak ya da kanserin gerçekleşmesini sağlayacak mutasyonlar meydana gelmeye başlayacaktır. Kanser oluşumu için ilk adım böylelikle atılmış olur.

DNA’ya zarar vermenin yanı sıra, bazı mikroplar (ki bunlar küçük düşmanlarımız), karsinogenezde yer alan konakçı yollara geçen proteinlere de sahiptirler. (H. Clevers ve ark, 2012). Bunu söylememde ki temel amaç ise yararlı dostlarımızın bizden uzaklaşması ile ortamda olması gereken mikrobiyal dengenin bozulup yerlerine zararlı düşmanlarımız gelebilir olmasıdır. Şayet gelirse bizi basit hastalıkların yanı sıra ciddi hastalıkların da beklediğini bilmenizi isterim.

Mikrobiyota ve Kilo

Hastalıklardan hele şu an ki pandemi sürecinide düşünürsek, sıkıldık biliyorum. O zaman size başka bir bakış açısı daha getireyim; bu dostlarımızın kilo alıp vermemizde bile parmaklarının olduğunu biliyor muydunuz?

Bağırsağımızda var olan mikrobiyomda çok sayıda karbonhidratı parçalamakla görevli dostlarımız bulunur. Sindirilemeyen karbonhidratlar, minik dostlarımızın çeşitli yağ asitlerini üretmelerine zemin hazırlarlar. Yani kolesterolde de parmaklarının olduğu doğrudur ki 70’li yıllarda ortaya çıkan bir araştırmadır.

Obez insanlar üzerinde yapılan araştırmalara göre, bağırsak mikrobiyotasında bulunan bakteri çeşitlerinin daha az olduğu ortaya çıkmıştır. Ama bazı türlerin ise daha çok olduğu da bilinmektedir. Bilin bakalım bu fazla olan türler ne yapmaktadır? Daha biraz önce bahsettiğim karbonhidratı kullanıp çeşitli yağ asitlerine çeviren türler bunlar, evet. Tek başına yeterli bir sebep değildir ya da obezitenin tek sorumlusu da değil bu bakteriler. -Enfeksiyonlar da kilo almamızı tetikleyen unsurlardan-. Metabolizmayı etkileyeceğinden doğrudan kilomuzda da etkisi olacaktır. Bu bakteriler karaciğerlerimizle ya da yağ dokumuzla bağ kurabilme yeteneklerine sahiptirler. Bu sayede de bu doku ve organımızda yağın depolanmasını sağlarlar. Tiroit bezinde de etkilerinin olması ne tuhaf! Eğer bakteriyel enfeksiyon gerçekleşirse işleyişi etkiler ve az miktarda hormon üretilmiş olur. Bu da metabolizmamızın yavaş çalışmasına sebep olur veee ta ta yine kilo almaya başlarız!

Şimdi hazırsanız bu küçük dostlarımızın kilo için son marifetlerinden bahsedeceğim! Bu bahsedeceğim olay sadece bir hipotez ama yine de çok ilginç. Bağırsağımızda bulunan küçük dostlarımızın iştahımızı da kontrol edebilecekleri yönünde bu hipotez. Yani düşünsenize canınız kocaman bir lahmacun çekiyor ama aslında sizin canınız değil de bağırsağımızdaki bakteriler bunu istiyor. Acıkma gibi bir olay aslında beynimizde gerçekleşiyor. Beynimizin ne kadar korunaklı olduğunu sanırım biliyorsunuzdur. Ama bu küçük dostlarımızın marifetleri o kadar çok ki… Bu bakteriler beyine girebilmek için tirozin ve triptofan üretirler. Bu iki amino asit beynimiz tarafından serotonine ve dopamine dönüştürülür.

Dopaminin ödüllendirme merkezi olduğunu, serotonin de mutluluk ile bağdaştığını duymuşsunuzdur. Ancak tuhaf bir şekilde sahtedirler yani mesela depresyon durumunda ikisinden de uzak durmalıyız.

Asıl konuya dönecek olursak bakteriler bizim mutlu olmamız için yani bizi ödüllendirmeleri için onları doyurmamız gereklidir. Bu da iştahımızın artmasıyla ya da yemekten sonra mutlu olmamızla da açıklanabilir, şimdilik. Şimdilik diyorum çünkü bu küçük dostlarımızın bizden değişik isteklerini olup olmadığı konusunda net bir bilgi yok.

Dürüst olmak gerekirse yıllarca bakterileri ilkel tek hücreliler olarak tanıttılar bize. Ne tuhaf değil mi? İşin esasında tek başlarına bizi yönetebiliyorlar.

Bu muazzam etkiyi düşününce de insan ister istemez ürperiyor ve soruyor kendine:

Ama ya bizden daha gelişmişlerse?

Görsel Kaynaklar:

  1. https://encrypted-tbn0.gstatic.com/images?q=tbn%3AANd9GcRO7GjrJlpLcIIgakLdP3lxsJRm0UdZecgOGA&usqp=CAU
  2. https://www.stepwards.com/?page_id=7207

Editör: Meryem GÖKOĞLU

Ne düşünüyorsunuz?

10 Points
+ Oy - Oy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 Yorum